Muhalefet Postası’nda meraklıları için #başlangıçokumalarında kimi zaman zorlu eserlerin özetlerini kimi zaman bir roman üzerinden tartışmaları bulacaksınız. İlk olarak Marks’ın Kapital eserini 9 Madde üzerinden bir başlangıç okuması olarak paylaşıyoruz.
Kapital (ağırlıklı olarak 1. Cilt) okunması zor bir kitap. Marks neden (‘asıl’ muhatabı olan işçi sınıfının o dönemki ‘kültürel’ kapasitesi düşünüldüğünde) bu kadar karmaşık ve anlaşılması zor bir kitap yazmıştır? ‘Ekonomi 101’ tadında bir kitabın yeterli olduğunu düşünenler olabilir. Ancak Marks ve Engels’in hiçbir yazısı ‘basit’ değildir. En ‘basit ve sade’ olması beklenen (bir işçi kuruluşu olan Komünist Birlik’in talebi üzerine işçiler için yazılan) Komünist Manifesto bile edebi ve teorik bir başyapıttır.
Çünkü Marks’ın yöntemi diyalektiktir ve düz mantık ‘basiti’ anlatırken, diyalektik çelişkiyi ve süreç içindeki değişimi anlatır. Bu da meta’dan (ilk hücre) başlayarak bütün bir sistemi (anatomiyi) anlatmak demektir. Önce (kendi başına) anlatılanın, sürece sonra katılanlar ile yaşadığı ilişki ve çelişkileri, özdeşlik ve farklılıkları nedeniyle kazandığı yeni etki ve oluşları yeniden değerlendirmek anlamına gelir ve çok katmanlı, çok boyutlu bir ‘hikayeyi’ adım adım genişleterek ve geliştirerek anlatmak demektir.
Ayrıca, Marks ekonomiyi ‘ekonomi politik’ olarak anlatır. “Bu eserde incelemem gereken konu, kapitalist üretim tarzı, üretim ilişkileri ve onunla örtüşen ilişki biçimleridir” diyen Marks, kapitalizmi anlamak için onu yaratan tarihsel koşulları, insanlığın genel gelişim çizgisinde taşıdığı anlamı, çelişkilerini, sorunlarını, daha iyi bir gelecek için kazandırdıklarını, güdülerini, motivasyonlarını, işleyiş ilkelerini, hilelerini ve kandırmacalarını anlatıyor.
Metalar ‘kendi başlarına piyasa girip kendilerini mübadele edemeyen’ şeyler olduğundan satış eylemi insanların toplumsal ilişkiler biçiminde örgütlendiği bir süreci gerektirir. Sahiplenilen metaların mübadelesini örgütlemek için ‘özel mülk sahibi’ olarak tanınan hukuki bir ilişki gerekir. Genelleştirilmiş meta üretimi ve mübadelenin olduğu (kapitalist) bir toplum özel mülkiyete ve piyasaları düzenleyen, koruyan devlet kurumlarına ve yasalara gerek duyar.
Metalar kendilerini açıklayamazlar ve altta yatan emek-zaman ve sınıf ilişkileri görünmez hale geldiği için insanlar metaları farklı şekillerde anlamaya ve açıklamaya çalışırlar. Buradan da ‘ideolojiye’ bir kapı açılır. Kapitalizmin ideolojik hegemonyası için en çok ‘istismar’ edilen konulardan biri meta-para fetişizmidir. Bunların da anlatılması gerekir.
‘Akademik’ olarak da deve dişi gibi yazarlar tarafından savunulan kapitalizmi ‘gerçek’ anlamda çözümlemek için (D.Harvey’in deyişiyle) teorik olarak savunulan kapitalizmin iddia edildiği gibi ‘teorik olarak mükemmel’ işlediği durumda bile yaratacağı sorun ve sonuçları irdelemek gerekir. Basitçe, kapitalizmin yarattığı ve yaşattığı sorunlara yoğunlaşıp ‘bu sistem işlemiyor’ demek de mümkünken, ‘sizin kurallarınızla oynayalım’ diyerek düelloyu başlatmak için ‘kılı kırk yarmak’ gerektiğinden, Kapital ‘kaçınılmaz’ bir zorluk içermektedir.
Filozofların dünyayı değiştirme sorumluluklarının yanı sıra ‘anlama’ görevlerinin de olduğunu söyleyen Marks, ‘anlama ve anlatma’ konusuna çok önem verdiğini gösteriyor. İşçi sınıfının bilimi olan sosyalizmin ‘görkemine’ yakışır şekilde üretilmesi, bu bilincin işçi sınıfında görünür hale gelmesi (farkındalık) için zamana, mekana, muhataba uygun dilin kullanılması (siyaset ve kitle politikası) görevi de devrimcilere düşüyor.
Kapital’i ‘okumaya çalışan’ çoğumuzun durumu, Woody Allen’ın şakası ile anlaşılabilir halde: “Savaş ve Barış’ı okudum. Olaylar Rusya’da geçiyor”. Althusser’in ‘Kapital’i Okumak’, Mike Wayne’in ‘Yeni Başlayanlar İçin Kapital’, Christian Fucks’un ‘Enformasyon Çağında Marx Okumak’ gibi kitaplarının yanı sıra David Harvey’in ‘Kapital’i Okumak’ videoları sorunu hafifletmiş olsa da ciddi bir ‘yardım ihtiyacı’ hala hissediliyor.
Sosyalistlerin çok sevdiği bir söz vardır: “Son tahlilde…”. Tartışma konusunda bütün karmaşayı, kaosu, derinliği sadeleştiren; özetleme, ana fikri bulma derdinde olan ama bunu yaparken basitleştiren, şemalaştıran, kabalaştıran bir ‘toparlama’ yöntemi…
En azından ‘kavramsal düzeyde’ uygulamaya çalışalım! Öncelikle ‘bağzı (Gezi’ye selam)’ konularda ‘asgari düzeyde de olsa’ bilgi ve fikir sahibi olmak, Kapital’i anlamayı kolaylaştırabilir.
1-Kapitalizmin çok boyutlu bir sosyoekonomik sistem olduğunu ve yaşanan tüm değişikliklerin ‘kapitalizmin kapitalizm olma özelliğini’ ortadan kaldırmadığını vurgulamak gerekiyor. İlerleme, gelişme, kalkınma, teknolojik atılım, işçi sınıfının bileşiminde ve görünümünde yaşanan farklılaşmalar, istihdam biçimlerinin çeşitlenmesi, kentleşmenin getirdiği sosyal gelişme, kimliklerde ve özneleşme süreçlerinde yaşananlar, iletişim ve dijital dünyadaki yenilikler… Hiçbiri, içinde yaşadığımız sistemin kapitalizm olduğu; zenginler ve yoksullar, patronlar ve emekçiler, sömürenler ve sömürülenler olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
‘Son tahlilde’; ya kapitalizmin yaşamasına hizmet edersiniz ya da kapitalizmi yok ederek sosyalizmin/komünizmin kurulmasına (Ya sosyalizm ya barbarlık!)…
2-Kapitalizmin yaşandığı her yerde ve zamanda Marksizm güncel olacaktır, çünkü geldiğimiz aşamada insanlık (kapitalizme karşı) sosyalizmden başka bir alternatif üretememiştir. Kapitalizmin ehlileştirilmesi, dizginlenmesi, dengelenmesi, ıslahı benzeri tüm girişimler (post ve neomarksizmler, Eleştirel Teoriler, üçüncü yolcular, radikal demokrasiciler, komünalistler, sosyal demokratlar, yeşiller…) kapitalizmin ömrünü uzatmaktadırlar.
Tarih defalarca kanıtladı ki ya sosyalizm ya kapitalizm (barbarlık). Kant’ın “Eyleminin ilkesi tüm insanlar için geçerli bir yasa olabilsin” diyen koşulsuz buyruğunu değiştiren Adorno “Eylemlerini Auschwitz bir daha asla tekrar etmeyecek şekilde düzenle” diyor. Objektif her gözlemci bilir ki Auschwitz’i yaratan kapitalizm, onu durduran ve yok eden ise Kızıl Ordu’dur. Adorno’nun Frankfurt Okulu’ndaki arkadaşı Horkheimer ise ‘Kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm konusunda sussunlar’ diyerek Auschwitz-kapitalizm ilişkisini vurguluyor.
Sermaye biriktirme sürecinde kapitalistin (dışarıdan sınırlanmadığı takdirde) emek gücünü tüm gün boyunca sömürmek istediği, bu süreyi uzatmak için elinden geleni yapacağı; yani faşizmin kapitalizmin içinde yaşayan ve gerektiğinde hizmete koşulan bir ‘bekçi köpeği’ olduğunu Marks söylemektedir: “Sermaye (dünyaya) tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir… Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir.”
Sermaye ‘kar’ peşinde koşarken, kendi ‘koşusunun’ toplumsal gerçekliği nasıl etkilediği konusunda tamamen duyarsızdır. Kapitalizm öncesi sistemlere göre daha gizemli gerçekleşen bu şiddet, tekil ve somut kapitalistlere bağlanabilecek ‘opsiyonel/olumsal’ bir özellik olmaktan öte nesnel, sistematik ve anonim bir özelliktir.
‘Son tahlilde’; çağımızın koşulsuz buyruğu kapitalizme karşı olmaktır. Auschwitz’lerin tekrar yaşanmamasının koşulu kapitalizmi iyileştirmek, düzeltmek, sınırlamak, ıslah etmek vb. değil, tarihe gömmektir.
3-Herhangi bir isme veya izm’e sığmayan büyük egolar, işçi sınıfının organik aydını olmayı kendine yediremeyen kibir kumkumaları, direniş ve mücadele sözcüklerine bile tahammül edemeyen konformistler, bulundukları her yerde zirvede olmak zorunda olan narsistler/megolamanyaklar ‘mükemmel’ teori arayışlarını bir türlü bitiremiyorlar. Eleştirel kuram üretmekten, kurucu enerji üretmeye zamanları kalmıyor.
Kapitalizm hakkında konuşmaktansa aydınlanma, akıl, zihin, dil, özne, kültür, kimlik, çokluk… üzerine konuşmayı tercih ediyorlar (Sorun konuşmakta değil, ‘değiştirme sorumluluğunu’ askıya alarak ‘yalnızca’ bu konuları konuşmak ve ‘nihai/bağlayıcı hedef’ olarak devrim ve sosyalizmi ‘sükut suikastine’ kurban etmek). Entelektüel kapasite ve enerjinin kapitalizmi ıslah ve terbiye etmek için kullanılması, ancak konu sosyalizm olunca ‘düzeltilecek ya da kabul edilecek’ hiçbir nitelik ve özelliği yokmuş gibi ‘tu kaka’ ilan etmek ve “ne yapalım, kötü yanları da olsa kapitalizme mecburuz” demek. “Ne yapalım, kötü yanları da olsa sosyalizme mecburuz” dememek için her taklayı atmak.
Kapitalizm ile ‘sessizce’ ilan edilen ateşkes, zamanla demokrasi sözcüğüne (ileri, radikal, sosyal vb.) ön ekler bulmak, gelişen kapitalizmin zaman içinde (devrime gerek olmaksızın) sosyalizm benzeri bir sisteme evrileceği, reformlarla ıslah edilebileceği, kültür kimlik temelli mücadeleler ile altının oyulabileceği ya da daha ileri giderek kapitalizmin yarattığı insan tipinin ‘kaçınılmaz’ olduğu fikriyle uzlaşmak gerektiği ve bu ‘gerçeğin’ farkında olarak kısmi kazanımlar için mücadele edilmesi gibi ‘fantastik ütopyalar’ üreterek gösteri toplumunda görünür olmaya çabalıyorlar.
Bahse konu ideolojik-politik duruşların ortak noktalarını belirlemeye çalışırsak;
-Ev, araba, yazlık, kariyer, mikro iktidar alanları vb. kaybedecek şeylere sahip olmak (küçük burjuva kaypaklığının maddi temeli),
-Eğitimli, kariyer ve gusto sahibi olmak; ertelemeden yaşanması gereken bir hayatı hak ettiğini düşünmek (elitizm, konformizm),
-Tüm dünyada faşizmin yaptıklarını ve yapabileceklerini biliyor olmanın getirdiği korku (suni denge),
-Kapitalizme ve faşizme karşı olmak yerine sosyalizmin (kışkırtılan, sıkıştırılan, speküle ve provoke edilen) konjonktürel sorunlarını (hafifletici nedenleri dikkate almadan) yapısal sorunlar gibi teorize etme çabası (Eleştirel kuramcılık),
-Kapitalizmin sosyalizme karşı önlem olarak (ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesi sonucu) uygulamak zorunda kaldığı ve ilk fırsatta geri aldığı geçici uygulamaları ise kapitalizmin (sahiplenilmesi ve geliştirilmesi gereken) içkin nitelikleri gibi kabul etmek (üçüncü yolculuk, sosyal demokrasi),
-‘İktidar her yerdedir’ ya da ‘dışarısı olmayan imparatorluk’ gibi yavelerle kötülüklerin ‘gerçek’ kaynağını görünmez kılmak ve umutsuzluk aşılamak (ideolojiler, büyük anlatılar ve tarih bitti diyenler)
-Gelişmiş emperyalist metropollerdeki göreli refahın kaynağında (sömürülen ülkelerde) yaşanan acılara duyarsızlık (antiemperyalizm yerine küreselcilik, karşılıklı bağımlılık teorileri),
-Sömürge geçmişini geride bırakmış gibi görünen gelişmiş ülkelerin ise (tarihsel olarak, az gelişmiş ülkelerin katma değeri yüksek üretim yapmaları engellendiği için) dış ticaret makasının sürekli lehlerine açılmasının (eşitsiz mübadele’nin sonucu olarak ‘gizli’ ilkel birikim/el koyma) avantajlarını kullandıklarını; üretimin dışsal maliyetlerini ve çevresel sorunları az gelişmiş ülkelere transfer ettiklerini bilmezden gelmek (Kural koyucu ve düzenleyici emperyalist kurumlara güven ve iş birliği),
-Sözde (teoride) insanlık için ‘mükemmelin’ peşinde koştuğu izlenimi yaratıp, ‘oluş ve süreç’ halinde olduğu için ‘doğal olarak’ sorunlu deneyimleri ‘mükemmel’ olmadıkları için ‘işe yaramaz’ ilan ederek potansiyel ‘iyiyi’ öldürmek ve meydanın ‘açık kötü’ olan kapitalizme kalmasına neden olmak (politik doğruculuk, sınıfsal gerçeklerden ‘bağımsız’ aydın),
Bir sistemi eleştirerek geliştirmek ve gerektiğinde aşmak, aydının hem hakkı hem sorumluluğudur. Ancak, eleştirseniz de destekleseniz de ‘ya içindesindir çemberin ya da dışında’. Dünyanın geldiğimiz aşamasında (en azından düşünsel planda) iki sistem (kapitalizm ve komünizm) çatışmaktadır ve ikisi arasında ‘ara bölge, bağımsız alan, araf’ vb. yoktur. Sosyalizmi (teorik ve pratik) ‘dışarıdan’ eleştirenlerin bulundukları yer, kaçınılmaz olarak kapitalizmin sözcülüğüdür.
Bu durumda, bütün politik tartışmaların ‘turnusol kağıdı’ şu soruya verilen yanıttır: Aktivistliğini yaptığın konu (etnik ya da inanç sorunları, kadın, çocuk, hayvan, çevre, barış, nükleer vb.) çok önemli. ‘Tek yol devrim’ diyerek ertelenemez. Devrimden önce de sonra da bu konularda ‘münhasıran’ yapılması gerekenler var. Hepimizin birbirinden öğrenmesi gerekenler var. Her konuda büyük-küçük her mücadeleye ihtiyaç var. Ama kapitalizm hakkında ne diyorsun?
Sonuç olarak; Matrix’teki Cypher’ın ‘cehalet mutluluktur’ cümlesinin işe yaraması için geçmişi ve gerçeği hatırlamama garantisi gerekiyordu. Gerçek yaşamda ‘cahile yatanlar’ gerçekleri tam olarak unutamadıkları için, kapitalizmi terbiye etmeye çalışarak, (yalnızca) sivil toplumculuk, dernekçilik, kültür ve kimlik mücadelelerinin aktivistliği ile ‘kapitalizmin suçlarını görmezden gelmenin’ kefaretini ödemeye çalışıyorlar.
‘Son tahlilde’; kendine ‘insanım’ diyenler önce ülkelerinde, sonra bölgelerinde ve nihayet tüm dünyadaki sorunların ‘kaynağının’ kapitalizm olduğu gerçeğinden kaçamazlar.
4- Diyalektik ve tarihsel materyalizm ‘ideolojik’ bir seçim değil, nesnel ve objektif bilim yapmanın ‘olmazsa olmaz’ yöntemidir.
Bilim ve felsefe, insanlığın çok erken dönemlerinden bu yana, somut ve nesnel olgular hakkındaki çok az bilgimiz nedeniyle ‘sezgisel’ yöntemlerle üretildi ve bir nevi ‘akıl ve söz oyunları’ olarak gelişti. Üretildikleri koşullarda çok önemli ve değerliydiler, ancak ‘kaynak’ olarak insan aklını, algılarını ve sezgilerini kullandıkları için ‘insan merkezli (antroposentrik)’ bakış açısına sıkıştılar. Varlığın nedeni ve anlamının ‘insan’ olduğu, her şeyin insan için yaratıldığı, bu gerçekleri anlamanın tek yolunun ‘insan aklı’ olduğu, aklın da hem her şeyi araştıran ‘özne’ hem de kendisi tarafından araştırılan ‘nesne’ özelliğiyle ‘biricik’ olduğu kabul edildi. (İnsan aklının anlama ve öğrenme yeteneklerini –bilgiyi- araştıran epoistemoloji, varlık ve varoluşu araştıran ontolojinin yerine geçmiş ve varoluş ‘insan zihninden ve idrakinden’ anlaşılmaya çalışılmış.)
Merkeze konulan ‘akıl’, serbest çağrışım yoluyla gelen tüm ‘akrabalarını’ da sisteme dahil etti: Düşünce, idrak, algı, imaj, dolayım, öz, töz, ruh, idealar evreni, ilk neden, tanrı…
‘Son tahlilde’ iki ana felsefi akım oluştu: Metafizik ve materyalizm. Bu iki ana akım da ‘son tahlilde’ bir sorunun yanıtına sıkıştı: Önce madde mi yoksa ‘fizik ve doğa ötesi’ olan mı? (Bu ‘öncelik’ tartışmasını yanlış bulan ve iki tarafın -madde ve zihin- birbirinden ayrılamaz bir ‘bütün’ oluşturduğunu ve birinin diğerine üstünlüğünün savunulamayacağını söyleyenler de var-Adorno)
Materyalizm, ‘fizik ve doğa ötesini’ reddeder. Evren insan bilincinden bağımsız ve ‘önce/birincil’ olan madde ve enerjiden oluşur (E=mc2 denklemi enerji ve maddenin, birbirine dönüşen varoluş halleri olduğunu gösterir). Bu ontolojik (varlıkbilim) gerçeği epistemolojik (bilgibilim) olarak kavramakta zorluklarımız olduğu açık. İlk filozoflar galaksileri, ışık hızıyla ölçülen ‘akıl almaz’ mesafeleri ve zaman olarak sonsuz akışı bilmiyorlardı. Sonrakiler insan ‘idrakinin’ yetersiz kaldığı ses frekansları ve ışık dalga boyları olduğunu bilmiyorlardı. Diğerleri atomun içini, enerjinin korunumunu, evrimi; şimdikiler gözlenebilir evrenin dışını, karadeliklerin içini, bigbang anını ve öncesini… bilmiyorlar.
Beynimizin üretimi olan düşünce ile tüm vücudumuzun yaşamsal işlev ve aktivitelerinin ‘dışavurumu/göstergesi’ olan ruh (tin, zihin) kavramlarını, maddi varoluşumuz dışında (varolmak için bir bedene ve beyne ihtiyaç duymayan, bedensiz de bir yerlerde ve bir şekilde var olan) öz ve töz halinde düşünebilmenin adı metafiziktir.
Bu nedenle, metafizik, yaratılmış insanı ve onu yaratan ‘aşkın’ bir yaratanı kabul etmek zorundadır. Evrimsel olarak, maddenin bir özelliği olarak gelişen bir akıl ve ‘ruh’ yerine, bir yerlerde ‘depolanan’ (önsel/apriori olarak ‘hazır’ halde) akıl ve ruhun insana ‘nakledildiği’ kabul edildiğinde;
-İnsanın kronolojisi sorunu ortaya çıkar. (Öncesi bir yana) İki milyon yıl önce homo erectus (ayağa kalkan insan) ile 50.000 yıl önce homo sapiens sapiens (düşündüğünü düşünen insan) sürecinin hangi aşamasında, akıl ve ruh insanda kullanılmaya başlanmıştır. Kutsal kitaplardaki (Adem’den Muhammed’e) peygamber ömürleri üzerinden yapılan hesaplara göre ulaşılan yedi bin yıllık yaratılış öyküsü, Göbeklitepe’nin bilindiği bir dünyada savunulamayacağına göre, Yaratılış’ın tarihi nedir? Çok eskilere tarihlenirse, insanın (kendisine verilen akıl ve ruh ile) uzun yıllar ‘ilkel/hayvansı’ bir hayat sürmüş olması nasıl açıklanabilir? Yakın zamanlara tarihlenirse, canlı ama ruhsuz insan(sı) sorunu ortaya çıkar.
-Canlı ve ruh ilişkisi de sorun oluşturur. Gezegenimizde (başlangıçtan bu yana) yaşayan canlı türlerinin %99’unun yok olduğu, yaşayan türlerin %25’inin neslinin tükenme tehlikesi altında olduğu, virüslerden insana milyarlarca tür canlının yaşadığı, tanımlanmış yaklaşık bir milyon böcek türüne dahil 1 kentilyon (1 sayısının yanında 18 sıfır bulunan sayı) böceğin de ruhu olup olmadığı; varsa ‘ne işe yaradıkları’, yoksa ruh olmadan ‘canlı’ olmanın ne anlama geldiği yanıtlanmalıdır. (Tanrı Adem’i yarattı ve burun deliklerine yaşam nefesini üfledi ve nefes Adem’in bedeninde konuşabilen, gözlere ışık veren ve kulaklara işitme veren bir ruh oldu.) Bu seremoni böcekler için de yaşanmış mıdır? Yoksa ‘ruh’ canlılığın değil de konuşma yeteneğinin, gözdeki ışığın, duyan kulakların adı mı? Bu özelliklere sahip canlıların listesi ‘canlı skalasının’ ne kadarını kapsar?
-Bedenlerimizden bağımsız olarak ‘yaratılan’ ruhların yaşı, son kullanım tarihi, tek kullanımlık olup olmadığı, reenkarne yeteneği konusunda karar verilmelidir. İnsan nüfusunun (özellikle buzul çağlarından sonra) yüzlerden başlayarak sekiz milyara ulaşması sürecinde ‘fazla arzın’ kaynağı, ceninlerin ve ölü doğan bebeklerin ruhlarının ‘gelişkinlik’ düzeyleri, bebeklikten yetişkinliğe ‘oluşan, değişen, gelişen’ özelliklerimizin ruh ve zihinlerimizde içerilip içerilmedikleri açıklanmalıdır.
-Kendisine kulluk etsin diye insanı yaratan Tanrı’nın, zamanda ve mekanda sonsuz görünen bu evreni neden yarattığı da söylenmelidir. Bu fikirlerin ilk ortaya çıktığında bilinen ‘yedi kat gökler’ ikna edici bulunurken, her birinde yüz milyarlarca yıldız bulunan yüz milyarlarca (en yakınımızdakine ulaşabilmek için ışık hızıyla iki milyon yıl seyahat etmemiz gereken bir ölçekte dağılmış halde bulunan) galaksinin neden gerekli olduğu açıklanmalıdır.
-Her varolanın bir yaratıcısı olmak zorunda ise ve Tanrı var ise, neden O’nun da bir yaratıcısı olmadığı açıklanmak zorundadır. Tanrı’ya bir ayrıcalık tanınıyorsa, aynı ayrıcalık evrene ve maddeye neden tanınmamalıdır?
Teolojik bir tartışma olarak kalması halinde kabul edilebilecek bu tartışma, ‘tanrı varsa dinler de doğrudur, o zaman tanrının sözü geçerli olmalıdır, tanrının kurduğu bu düzeni yıkmaya çalışanlar tanrıyla savaşmaktadırlar’ şeklindeki düşünce akışı yoluyla ‘afyona’ dönüştürülmekte ve sömürü düzeninin korunması için cepheye sürülmektedir.
Kendisini ‘materyalist’ zanneden, ancak düşünce dünyasının ‘çatlaklarında’ metafiziğin tohumlarını büyütenler de az sayıda değiller. Örneğin;
-Bazı inanç alanlarını ‘kültürel ve geleneksel değerler’ olarak tanımlayıp ‘üst kimlik’ olarak kabul edenler… Düşünce ve inanç özgürlüğü bağlamında asla itiraz edemeyeceğimiz bu duruma ‘tutarlılık’ temelinde itiraz ediyoruz. Bu nedenle ‘muhataplarımız’ kendilerine materyalist diyenlerle sınırlı. Birçok benzeri ve eşdeğeri olan inanç sistemleri (evlilik, cenaze, sosyal ilişkiler gibi günlük ritüelleri çözme yetenekleri dışında) mana, ahlak, iyilik, insanlık vb. için vazgeçilmez ya da en güvenilir ‘kaynak’ kabul edildiğinde, bahsedilen erdemlerle ‘inanç’ ilişkisine ait ‘olumlu’ bir subliminal mesaj verilmiş oluyor. ‘Güvenilen’ bu inanç sistemleri için yapılan ‘güzellemeler’ diğer inanç sistemlerine de yarıyor ve inanç temelli olmayan ‘seküler-materyalist’ sistemler ‘yetersiz’ olarak kodlanıyor.
-Büyü, fal, kehanet, ruh çağırma vb.’ye ‘ciddiyet’ atfetmek… Büyü, fal, kehanet ile bilinebilir ve bizi bekleyen hazır bir gelecek olabilir mi? Laplace’ın şeytanı (evrendeki bütün gerçek bilgiye -her atomun her hareketine- sahip olduğu için geleceği bilen sanal varlık) gerçek olsa bile, gelecek görülebilir mi? Zamanın ve mekanın sonsuzluğu içinde, her şey birbirine bağlı haldeyken (en azından ışık konisi içinde, yani ışık hızı ile erişilebilir menzilde bulunan her şey arasında bilgi ve etki akışı sürerken), sonsuz sayıda ‘girdinin’ yarattığı (hem de her an bütün bileşenlerinin değişebildiği) kaotik gelecek bilinebilir mi? (Curiosity’yi Mars’a indiren bilim insanları, dokuz ay sonra Mars’ın nerede olacağını biliyorlardı. Kuantum fiziğinin olasılık problemlerinden uzak, makro evrenimizde ve ‘dışsal/beklenmedik etkilerle’ değişme ihtimali çok zayıf ‘özel koşullarda’ yapılan hesaplarla geleceği görmenin adı fizik, yani bilimdir)
Büyü, ruh çağırma vb. neden bilimsel yöntemlerle ‘ikna edici şekilde’ kanıtlanamamaktadır. Atomların hareketinin ve en küçük ısı değişimlerinin gözlenebildiği dünyamızda, video ve fotoğraf ile ‘kayıt altına alma’ teknolojisinin geldiği aşamada, bağımsız gözlemciler eşliğinde kanıtlanmaları önündeki engel nedir? Genellikle, “inanmayan ve sorgulayanların bulunduğu ortama gelmedikleri” söylenir. Bu mazeret de göstermektedir ki ruhlar, hayaletler, büyücüler vb. biz ‘inandığımız’ zaman vardır. Onların varlığının tek kaynağı, insanın inancıdır. “Büyü sadece ona inanırsan işler.”
Sonuç olarak; tahmin, öngörü, olasılık vb. hepsi mümkün ve meşrudur. Adını doğru koymak ve insanları manipule etmemek kaydıyla bir ölçüde de kaçınılmazdır. Günlük hayatın olağan akışına uygun olmayan ve şüpheyle karşılanan (bilimin geldiği aşamada ‘açıklanamayan’) olgularla da karşılaşabiliriz. Algıda kırılmalar, psikolojik engeller, gizli askeri araştırmaların dışarı sızan etkileri, dahilik ve delilik sınırlarını ihlal edenlerin ‘zıpırlıkları’, fizyolojik olarak algı sınırlarımızdaki bazı olguları görece hissedebilen ‘sınır aşan’ hassasiyetler, kuantumum olasılıkçı karakteri, nano-mikro-makro evrenler arasındaki etkileşim, uzayın sonsuzluğundan gelen ve gezegenimizin korunma barajlarını (atmosfer, elektromanyetik alan) aşan ‘sürprizler’, solucan deliği aracılığıyla başka evrenlerden gelen ‘gariplikler’ olabilir. Ancak, görülebilecek bir gelecek fikrinin arkasında, önceden yazılmış kader ve onu yazan aşkın güç ile ‘yazılı’ olanı yaşayan ve iradesi işe yaramaz olan ‘kul’ fikri vardır.
‘Son tahlilde’; evren ‘ontolojik’ olarak maddeden ibarettir. Maddenin değişik varoluş halleri vardır. Düşünce, ruh, idea, öz, töz benzeri tüm kategoriler madde kaynaklıdır.
5- Buradan ‘Kapital’in kavram dünyasına’ geçersek; Kapitalizm genelleştirilmiş bir meta üretim biçimidir. Meta ‘en küçük hücre biçimi’, sermaye birikimi de bedenin kendisidir. Yani kapitalizmin temel niteliği, sermaye biriktirmek için genelleştirilmiş meta üretimi ve artık değer üreten emeğin sömürülmesidir.
“Meta, kendi nitelikleri sayesinde insanın her türden ihtiyacını karşılayan dışsal bir nesnedir… Bu ihtiyaçların mideden mi yoksa hayal gücünden mi doğdukları hiçbir fark yaratmaz”. Metaların hem niteliksel bir yönü (kullanım değeri) hem de niceliksel bir yönü (değişim değeri) vardır. Bir metanın yararlılığı (insan ihtiyaçlarını gidermesi) kullanım değerini oluşturur. Cümledeki ‘olumlu’ anlatım yanıltmamalıdır. ‘Zararlı’ metalar da -silahlar, zehirli gaz, işkence aletleri- ‘ihtiyaç’ gidermektedir.
Değişim (mübadele) değeri ise ‘başka türdeki kullanım değerlerine -metalara- uygun değişim oranıdır’. Bu değişim oranını belirlemek için, metaların birbiri ile karşılaştırılabilecek ‘ortak’ yönlerini bulmak gerekir. Marks’ın yanıtı ‘emeğin ürünü olmak’tır. İnsan emeği metalar içinde birikir. Ürün/meta içinde biriken, nesnelleşen, maddileşen emekten dolayı meta bir ‘değere’ sahip olur.
Demek ki ‘değerin’ özü emektir ve metada biriken emeğin miktarı ile ölçülür. Ölçüsü ya da büyüklüğü ise ‘emek-zaman’dır. Marks şöyle diyor “…pasif olarak belirtilirse, emeğin büyüklüğü bir uzamın hacmi gibi görünür; fakat hareket halinde ifade edilirse, sadece zaman bakımından ölçülebilir.”
‘Son tahlilde’; önceki sistemlerde de ‘meta’ üretilmekteydi ama çoğunlukla ‘hane halkının’ kendi ihtiyaçları için. Bir kısmı da satış ve takas yoluyla piyasaya çıkardı. Kapitalizm, piyasa için üretimi ‘genelleştiren’ yönüyle yeni bir sistemdir. Bahse konu metanın mal, hizmet, bilgi vb. (mideden mi hayalgücünden mi) olması önemli değildir. Piyasada ‘satılan’ her şey metadır. Bu nedenle, hizmet sektörünün ve enformasyon endüstrisinin büyümesi, esnek çalışma, prekarya, ev içi ve bakım emeği vb. tartışmaları ‘elveda proletarya’ cümlesi ile değil ‘merhaba yeni proletarya’ cümlesi ile anlaşılmalıdır.
6-‘Emek-zaman’ın bireysel ve toplumsal boyutları vardır. Farklı bireylerin farklı koşullarda farklı üretim hızları olur. Marks, belirleyici olanın ‘kendi türünün ortalama örneği’ olduğunu, yani ortalama bir sürede üretilen metanın esas alınacağını söyler: “Toplumsal olarak gerekli emek-zaman, mevcut bir topluma uygun normal üretim koşullarında ve o toplumda yaygın olan emeğin ortalama beceri derecesine ve yoğunluğuna sahip herhangi bir kullanım değeri üretmek için gerekli emek-zamandır… Başka şeylerin yanı sıra işçilerin ortalama beceri derecesi, bilimin ve teknolojik uygulamaların gelişmişlik düzeyi, üretim sürecinin toplumsal örgütlenmesi, üretim araçlarının kapsam ve etkinliği ile doğal koşullar tarafından belirlenir”.
Piyasaya sunulan metaların (müşterek/kamusal mallar hariç) kullanım değeri, değişim değeri tarafından, piyasadaki mübadeleler yoluyla belirlenir. Metalar piyasadaki mübadele sürecinde birbirleriyle ilişkilenir ve değerlerin eşitlenmesi bu sırada gerçekleşir. Ancak, söz konusu eşitleme öncelikle toplumsal bir ilişkidir ve dolayısıyla da belirli sınırlar içinde değişken olan kültürel bir uzlaşımdır. Fiyatlar emek-zamanlarını yansıtır ama doğrusal bir şekilde değil. Metalar ‘ortalama toplumsal değere’ eşit, fazla ya da düşük fiyatlarla satılabilirler (Fiyatların yüksek ya da düşük olduğunu belirleyen ‘ortalama değer’ her toplum için ve her zaman belirlenebilir). Metaların emek-zamanları ve fiyatları arasındaki ilişki ‘dönüşüm sorunu’ olarak adlandırılan karmaşık bir konudur. Değerlerden fiyatlara geçişte, toplam fiyatlar ve toplam değerler eşittir, ancak sermayenin organik birleşiminin farklılığı nedeniyle bireysel ve sektörel farklar oluşur.
Emek (özünde insan beyninin, sinirlerin, kasların ve duyu organlarının sarfiyatı), hem somut bir kullanım değeri oluşturma hem de soyut bir değer yaratma kapasitesine sahiptir. Emeğin insan için önemi ve anlamı konusunda Marks “Sadece nesnel dünyanın işlenmesiyle insan, gerçekten de bir türe has bir varlık olduğunu ilkin kendine kanıtlar. Bu üretim, insanın etkin türsel yaşamıdır”.
Değerin özü olarak emek, ortalama bir meta üretmek için harcanan zaman ile ilişkilidir ve ‘değer’ iş ve kullanım değerinden yapılan bir soyutlamadır. Bu nedenle, Marks değer üreten etkinliği ‘soyut emek’ olarak adlandırır. ‘Somut emek’ işin ‘nasıl ve ne olduğuna’ dair bir kavramsallaştırma iken; ‘soyut emek’ emeğin ‘ne kadar’ olduğu, zamanı (süresi) ile ilgili bir kavramdır. Bu anlamda para da ‘soyut ve dolayısıyla eşit insan emeğinin maddi bir cisimleşmesidir’.
Bilgi ve teknoloji destekli olarak artan üretkenliğe sahip şirketler bir metanın üretimi için ‘toplumsal açıdan gerekli emek-zaman’ konusunda ‘yeni’ bir seviye oluştururlar. Üretken şirket birim zamanda x birim meta üretirken, diğerleri birim zamanda (örneğin) yarısı kadar üretim yaparlar; ama aynı fiyattan satmak zorundadırlar. Bu ise daha az kar etmek anlamına gelir. Ya daha yüksek üretkenlik seviyesini benimsemek ya da iflas tehdidini göze almak zorunda kalırlar. Yeni üretkenlik seviyesi, ‘soyut emek zamanında’ değişiklik yapmış ve ‘toplumsal olarak gerekli emek zamanı’ değiştirmiştir. Kapitalizmde ‘emek üretkenliği ve zaman diyalektiğinin’ sonucu (kaçınılmaz biçimde) üretimin artan teknikleşmesidir.
Kapitalizmde başkaları için kullanım değerleri üretiriz ve bu kullanım değerleri ancak piyasadaki değişim yoluyla elde edilebildiğinden, mübadele değeri kapitalist örgütlenmenin (mal ve hizmetlerin dağıtımını örgütlemenin) toplumsal biçimidir ve mübadele ilişkileri üretim tarzımızı yönlendirir. Mübadele sürecinde metalar sahip oldukları ortak değere indirgenerek eşitlenir; değer, metaların genel döngüsüdür ve ‘mübadelenin genel eşdeğeri’ olan para aracılığı ile düzenlenir.
‘Son tahlilde’; ‘değer’ emek gücü tarafından yaratılır ve ölçüsü emek-zamandır.
7-Meta üreticileri birbirleri ile doğrudan ilişki içinde bulunmazlar. Mübadele sırasında metalar aracılığı ile ilişki kurarlar. Üreticiler arasındaki ilişki, emeğin ürünleri (metalar) arasındaki toplumsal bir ilişki biçimini alır. Marks bu duruma ‘meta fetişizmi’ demektedir. Kapitalizm öncesi sistemlerde doğrudan ve yüz yüze insani ilişkinin yerine geçen, alışveriş yaptığı kişiye baktığında kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan bir başka özne gören ve yalnızca ihtiyacını karşılayacak bir metaya sahip olup olmadığıyla ilgilenen bir ilişki biçimi ‘meta fetişizmine’ yol açar.
Sermaye kendini arttırmayı hedefleyen paradır. Kapitalistlerin amacı, para yatırımı ve yeniden yatırım yaparak sermayeyi sürekli arttırmaktır. Ancak, piyasada birikim ve rekabet sorunlarıyla karşılaşırlar. Rekabetin yarattığı baskı nedeniyle birikime karşı koyamazlar. Sermayelerini arttırmaya, işçileri her zamankinden daha çok üretmeye zorlayarak sömürmeye ‘çalışmak’ zorundadırlar. Aksi halde işletmeleri çökecek ve kişisel zenginlikleri sona erecektir. Sermaye, kişisel niyetlerden bağımsız olarak, kapitalistleri rekabetçi ilişkiler içinde davranmaya zorlar.
Sermaye kar aracılığıyla büyür. Herhangi bir meta belirli bir yatırım maliyetine sahiptir ve satışı sonrası nakdi bir kar sağlar. Belirli bir ‘ortalama üretim zamanında’ üretilen metanın üretim zamanının bir kısmı yatırım maliyetini temsil ederken kalan kısmı da karı oluşturur. Karı temsil eden emek-zaman (ücretsiz emek-zaman, artık emek-zaman) için Marks ‘artık değer’ kavramını kullanır. “Sermayenin üretim sürecinin sonunda sahip olduğu artık değer…sermayenin başlangıçtaki bileşenlerinde bulunandan daha büyük olduğunu gösterir…İşçinin bütün bir gün yaşamak için sadece yarım iş gününe ihtiyacı varsa…hayatta kalması için yalnızca yarım gün çalışması gerekir. Günün ikinci yarısı ise zorunlu emek, yani artık emektir.”
Para ile meta üretmek için yatırım yapılır; alınan ve üretilen metalar daha fazla para elde etmek için daha yüksek bir fiyata satılır; elde edilen parayla da tekrar… Para ve metaların diyalektik birliği, Para-Meta-Para (P-M-P) ve tersi ya da devamı (M-P-M) şeklinde gösterilir.
Basit meta üretimi, artık değer oluşturmayan ‘eşdeğer mübadele’dir. Kar ve artık değere neden olan belirleyici etken ‘metaların dolaşımı, ticaret ya da para’ değildir. Meta mübadelesi hiçbir değer yaratamaz. Marks’a göre artık değer ve kar’ın varlığına yol açan para değil emektir. Farklı yöntemlerle elde edilse de sanayici ya da tüccar karının hepsi, işçi sınıfından sömürü yoluyla el konulan artık değerden kaynaklanır. Artık değer, sanayici ve tüccar kapitalistler arasında paylaşılır. “Tüccar sermayesinin kendisi artı-değer üretmediğine göre, ortalama kar biçiminde cebe indirdiği artı-değerin, toplam üretken sermaye tarafından üretilen artı-değerin bir kısmı olacağı açıktır…Rant, faiz ve sınai kar, metanın artı-değerinin, yani metanın içerdiği ödenmemiş emeğin çeşitli bölümlerine verilen farklı adlardan başka bir şey değildir ve hepsi de bu kaynaktan, yalnızca bu kaynaktan elde edilir”
Kapitalist emek gücünü, teknoloji ve kaynakları meta olarak satın alır. İşçiler belirli bir süre güç/emek harcayarak yeni bir meta üretirler. Bu yeni meta, üretimi için girdi işlevi gören metalardan daha fazla değere sahiptir. Elde edilen kar, üretimde kullanılan metaların (hammaddelerin) değerinin altında ya da üstünde satılmasından değil, emeğin yarattığı değerin ödenmeyen kısmından (artık emek-artık değer) oluşur. Başlangıçtaki hammaddeler sonuçtaki ürün ile kıyaslandığında, ürün artık emek içerir. Fiyat farkı ya da kar artık emekten çıkar. Satış, artık emek ile artık değeri paraya (nakde) dönüştürür ve artık değeri ‘gerçekleştirir’.
‘Son tahlilde’; “Metanın değerinin yalnızca hammaddelerin, makinelerin, tek sözcükle, tüketilen üretim araçlarının değerini temsil eden bölümü hiçbir gelir meydana getirmeyip, yalnızca sermayeyi yerine koyar”. Sermaye birikmiş emektir.
8- “Emek gücünün değeri, diğer tüm metalarda olduğu gibi, bu özel nesnenin üretimi ve yeniden üretimi için gerekli emek-zaman ile belirlenir…Emek gücünün değeri, sahibinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçlarının (yiyecek, giyecek, barınma, üreme, ailenin hayatta kalması, eğitim…) değeridir…Demek ki sahip olduğu geçim araçları, kendisini çalışan bir birey olarak normal sağlık durumunu korumaya yetecek kadar olmalıdır.” Gerekli geçim araçları tarihsel ve toplumsal olarak değişim gösterir ve ülkenin eriştiği medeniyet düzeyine bağlıdır.
İşçiler iş gününün bir bölümünde ücretlerinin eşdeğerini (zorunlu iş zamanı) ve diğer kısmında ise karşılığı ödenmemiş artık değer üretirler. İşçiler, yeni bir ürünün girdileri (üretim araçları, hammadde) olarak var olan ürünleri kullanmadan (bunların değerlerini yeni ürüne aktarmadan) yeni bir ürün üretemezler. Emek, üretim araçlarının değerini ürüne aktarıp koruduğu gibi aynı zamanda (hareket halinde olduğu her an) yeni değer yaratır. Emek sürecindeki üretim araçları özgün kullanım değerlerini (dolayısıyla mübadele değerlerini de) kaybederler ve yeni bir kullanım değerinin bir parçası olurlar (Üretim döneminde daha uzun süre kullanılabilen alet ve makineler, değerlerini parça parça ürüne aktarır/amortisman).
“Demek ki sermayenin üretim araçlarına, yani hammaddeye, yardımcı maddeye ve emek araçlarına dönüştürülen kısmı, üretim sürecinde herhangi bir niceliksel değer değişikliğine uğramaz (değişmeyen sermaye)…Öte yandan sermayenin emek gücüne dönüşen kısmı, üretim sürecinde bir değer değişikliğine uğrar…artık değer üretir (değişen sermaye)”. Bu durumda, yeni ürünün değeri (değişmeyen sermaye+değişen sermaye+artık değer) şeklinde formüle edilir. Yani ‘yeni/artan değeri’ sadece emek oluşturur. (Değişmeyen sermaye, üretim araçlarında -ölü emek tarafından- nesnelleştirilmiş olan ölü değerdir. Oysa emek gücü -canlı emek- canlı değerdir ve artık değeri üretir.)
Marks ‘Kapitalist üretimin itici dürtüsü ve belirleyici amacı, sermayenin mümkün olduğu kadar kendini değerlendirmesi, yani artık değerin mümkün olduğu kadar fazla üretimi, dolayısıyla emek gücünün mümkün olduğu kadar çok sömürülmesidir’ diyerek kapitalist sömürünün üstündeki örtüyü kaldırır. Serbest piyasada tüm metaların özgürce ‘kendi eşdeğerleri’ ile değiştirildiğini ve satın alınan her şeyin ‘ortalama değer olarak’ bedelinin ödendiğini anlatan kapitalizm, emek gücünün yalnızca ‘gerekli emek’ kısmını ücretlendirip, artık emek kısmına el koyduğu (çaldığı) için sömürü vardır.
‘Son tahlilde’; emek gücünün ürettiği artık değere karşılıksız olarak el koymak (ve bunu mümkün kılan ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti’) hırsızlıktır!
9-Artık değeri arttırmanın en basit yolu, iş gününün uzatılmasıdır. Bir günün ‘doğal’ uzunluğu ve işçinin emek gücünü yeniden üretmesi için gerekli zamanı ayırmak kaydıyla, iş gününü uzatarak elde edilen artık değere ‘mutlak artık değer’ diyoruz.
Buna karşın, gerekli emek-zamanın kısaltılması ve gerekli emek ile artık emek arasındaki ilişkide ilkini oransal olarak azaltacak her türlü değişimden kaynaklanan artık değer de ‘göreli artık değer’ olarak adlandırılır.
Değer, toplumsal olarak gerekli emek-zaman ile ölçüldüğü için, üretkenlik artışı sayesinde toplumsal ortalamadan daha kısa sürede (yani birim zamanda daha çok) meta üreten kapitalist daha fazla artık değer elde eder. Yüksek üretkenlik standardı (tüm ekonomi ya da sektörde) genelleşinceye kadar bu avantaj sürer. Üretkenliğin yükselmesi, metanın değerini (yani onu üretmek için gerekli emek-zamanı) azaltır ve metayı ucuzlatır. “Sermaye, metaları ucuzlatmak ve metaları ucuzlaştırarak da bizzat işçinin kendisini değersizleştirmek için emeğin üretkenliğini arttırma yönünde içsel bir dürtüye ve sürekli bir eğilime sahiptir…Kapitalist üretim bağlamında emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, işçinin kendisi için çalışmak zorunda olduğu iş gününün bir kısmının kısalması ve dolayısıyla işçinin kapitalistten ücret alamadan çalışacağı iş gücünün diğer kısmının uzamasıdır”
“Makine aslında çalışma süresini kısaltmasına rağmen sermaye tarafından kullanıldığında iş günü uzamaktadır; aslında işi hafifletmesine rağmen sermaye tarafından kullanıldığında…yoğunluğu artmaktadır; aslında insanın doğa güçleri üzerindeki bir zaferi olmasına rağmen sermayenin elinde insanı bu güçlerin kölesi kılmaktadır; aslında üreticilerin zenginliğini arttırmasına rağmen sermayenin elinde onları yoksul kişilere çevirmektedir”
‘Son tahlilde’; kapitalizmin içsel mantığında, bilimsel ve teknolojik gelişme ile üretkenliğin artışı emekçilerin ‘lehine’ sonuç doğurmaz. Emeğin mücadelesi ile ‘zorlanmayan’ kapitalizm ‘yapısal ve mantıksal’ olarak emeği değersizleştirir.
*Hazırlayan, M.A (Elif’e Mektuplar), Muhalefet Postası Kolektif Üyesi